Herkesin bilip ama kimsenin kendine konduramadığı bir gerçektir ölüm. Oysa niceleri gelip göçtü dünyadan. Tıp her gün ilerlerken, ölüme çare bulamıyor insan.
Birçoğumuz ölmek istemiyoruz. Çünkü mutluyuz. Birçoğumuz ise niye artık ölmüyoruz. Çünkü acı çekiyoruz. Ölümü acılarımızın bitişi olarak görüyoruz. Hâlbuki ölüm bir köprü. Dünya denilen alemden ahirete geçiş anı.
Bir yolculuk aslında...
Düşünün: gurbetteyiz ve bir gün sılaya dönüyoruz. Anne babamıza, doğup büyüdüğümüz topraklara gidiyoruz. Nasıl keyif verir o yolculuk.
Tam tersini düşünün, sıladan gurbete gidiyorsunuz. Hüzün düşer kalbinize gitmek zor gelir. İşte bunun gibi dünyayı sıla ahireti gurbet görürseniz, zorlaşır ölümü kabullenmek. Oysa asıl yurdun ahiret olduğunu bilirsek ne güzeldir ölmek.
En güzeli ise ölümsüzleşmek...
Nasıl mı? Evet tıp ölümsüzlük ilacını bulamadı henüz. Korkarım ki bulamayacakta. Ya nasıl ölümsüzleşir insan...
Yüreklere yerleşerek. Gülen gözleriyle umutsuz hayatlara umut dağıtarak. Bazen ölümsüzlük bir tatlı sözde gizlidir. Bazen küçük bir çocuğun başını okşamakta. Ya da bahçeye diktiğin bir gülde.
Yüreğini herkese açabilmekte.
Gülmeyi ve güldürmeyi bilmeli insan. Anlamalı, anlamaya çalışmalı karşısındakini. Ne kadar acısa da yüreğin, şefkatle bakmalı acıtmamalı.
Ve bir gün, madde olan beden öldüğünde ne güzel insandı deniliyorsa, işte o zaman ölümsüzleştin sen.
Ölmemek için değil, ölümsüzleşebilmek için çaba harcamalı insan.
Ölümsüz yüreklere...