Musa YAŞAROĞLU

Tarih: 22.07.2015 11:47

Neden hep Müslümanlar ölüyor?

Facebook Twitter Linked-in

Hatırlayabildiğim kadarıyla çocukluğumun ilk günleri doksanlı yılların başlarıdır. Küçük bir şehrin mahrumiyet dolu bir köyünde çevresini idrak etmeye başlayan biri olarak daha kendimi bildiğim ilk anlardan itibaren hep eksikliğin, uzak kalmışlığın ya da hiç sayılma psikolojisinin baskısı altında yetiştik. Yetiştik diyorum, çünkü bu benimle aynı dönemde ve daha öncesinde dünyaya gelenlerin ve taşrada hayat sürenlerin tamamı için geçerli.

Bizler, tıpkı bizden öncekiler gibi hep ezilmişliğin yamaçlarında hayata tutunmaya çalıştık. Büyüdükçe gördük ki şehirlerde yaşayanlarla aramızda uçurumlar var. Aklımız erdikçe, dünyadan haberdar olmaya başladıkça anladık ki biz hayat yarışında çok gerilerde kalmışız. Köyde yalnızca iki ailede bulunan siyah beyaz televizyonla tanıştıktan sonra bu geride kalışın ne denli gerçekçi olduğunu daha iyi fark ettik.

Milenyum tabirinin zirve yaptığı günlere gelince ise aslında dünyanın sandığımızdan çok daha büyük olduğunu ve bir sürü farklı coğrafyada “Müslümanlar” diye bir grubun var olduğunu ve daha önce duyduğumuz “Filistin, İran, Irak, Saddam, Körfez Savaşı” gibi terimlerin bizim zihnimizde ne denli dar kalıplar olduğunu anladık. Meğer bir yerlerde mesela Afrika’da, mesela Ortadoğu’da bir sürü Müslüman’ın bulunduğunu işittik. Ama daha ilk işittiğimiz kelimeler arasında; “zulüm, savaş, kan, açlık, sefalet, muhtaçlık”tan başkası yoktu. Gençlik günlerimizden itibaren bu yakıcı kelimelerin “Müslüman” sözcüğüyle ne denli bütünleştiğini ve adeta birbirlerinden ayrılamayacak derecede birbirine geçtiğine şahit olduk. Bu şahitlik bizi kahreden, içimizde her gün biraz daha çoğalan nefrete rağmen çaresizliğimizin, yangınımızın adı oldu. Öyle ki bu yangın hiç azalamadan daha da büyüdü ve her yanımızı kuşattı.

Şimdi 2015’teyiz. Ve o bizimle büyüyen yangın yaşımız ilerledikçe büyümeye ve bizi daha çok sarmaya devam ediyor. Filistin, Afganistan, Irak, Keşmir, Doğu Türkistan, Sudan, Cezayir, Arakan, Mısır ve Suriye… Yıllardır süren insanlık daha doğrusu “Müslümanlık” yangının yeni merkezleri… Bundan sonrasında neresi mi var? Onu bilmiyoruz; lakin iki milyara yakım Müslüman’ı barındıran geniş coğrafyada yeni bir merkez bulunması hiç de zor görünmüyor. Zira bu coğrafyanın kara talihli insanları belayı çağırmada başkalarına fırsat vermiyorlar. Kendileri bizzat gönüllü oluyorlar. Tabi batının içlerine yerleştirdiği ya da içlerinden satın aldığı taşeronlarının yönlendirmeleriyle oluyor bu.

Kur’an’ın emri olan “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Bölünüp parçalanmayın.” şiarının yerle bir edilmesi, münzeviliğe, zühde ve kadere yüklenen yanlış anlamların bizi getirdiği bu acınası nokta hiç sorgulanmadı. Geleneğin adeta örümcek ağıyla ördüğü zihin yapısı güçlenerek devam etti. Gelinen nokta ise sıfır değil sıfırın altıdır. Zira Müslüman coğrafyasında yüz yılları bulan kan, gözyaşı ve perişanlık hiç eksilmeden daha çok artmakta ve yeni alanlarda kabuk değiştirerek devam etmektedir.

Allah’ın kullarına zulmetmeyeceğine olan imanımız gereği, bu vahim tablonun sebeplerini kendimizde aramaktan başka çare kalmamıştır. Hepimizin yeni bir silkinişe ve tekrardan Kur’an’a yapışmaya ihtiyacı var. Aksi takdirde sürekli gelişen bu ayrılıkçı hiziplerin –IŞID örneğinde olduğu gibi- yeni versiyonlarıyla karşılaşmamız işten bile değildir. En büyük zaaflarımızı, tembelliklerimizi, bölünmüşlüklerimizi ve pasifize eden rutin hayatlarımızı bir kez daha gözden geçirmeye ihtiyacımız var. Aksi takdirde şimdi olduğu gibi on yıllar, elli yıllar hatta yüz yıllar sonrasında yine “Neden hep Müslümanlar?” sorusunu sormaya devam ederiz. Halbuki Allah bizimleyken bunca garabet açıklanabilir mi?


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —
G-GBGQR9HF6V