Kudüs’e gitmek istediğinizde, 2. Dünya savaşının ardından sığınacak bir liman ararken geldikleri ve sonra da bu toprakları işgal etmiş olan İsrailliler, bu çok kültürlü topraklarda kendilerinden başka kimseyi istemediklerini daha havalimanında bile belli ediyorlar. İnsanlara bıkkınlık veren güvenlik uygulamaları ve buna rağmen seyrüsefer halindeki insanların geçici olarak oturup dinlenebilecek imkanların sunulmaması bile bu örneklerden bir kaçı. Hele dönerken üzerinizde oluşturmaya çalıştıkları baskıcı tavırları bir daha gelmemeniz için bilinçli yapılıyor. Bilinçli çünkü sizlerin Kudüs’e gitmemesi demek Filistinlileri ve İslam mirasını orada kaderine yani İsraillilerin olmayan vicdanına bırakmak demek.
Filistin, ya da merkezde Kudüs kavramı, kültürlerin yanında özgürlüğün, marjinalliğin ve esaretin de aynı sınırlar içerisinde yaşandığı büyük sorunların bulunduğu küçük topraklar. Ortalama Trabzon kadar genişliğe sahip olan ve kimine göre Filistin, kimine göre İsrail olarak geçen topraklarda kim neyin sahibi olduğu ise tam bir muamma. Toplam beş bölgeden oluşan coğrafya da, Gazze etrafı duvarlarla çevrili denize sahili olan fakat İsrail’in izni olmadan gıda gemisi dahi yanaşamayan, kendine özel hükümeti ve ordusu olmasına rağmen dünyaca tanınmayan bir açık hava hapishanesi. Batı Şeria denilen ve içerisinde iki buçuk milyon Müslümanın yaşadığı ancak sadece yerleşim alanları kendilerine bırakılıp, yerleşim alanlarının hemen dışı sayılabilecek her yerde İsrailli askerler tarafından abluka altına alınmış olan ve kendi mahallelerine bile iki aşamalı demir bariyerlerden girmek zorunda bırakılan bir yerli halk. Yetmemiş Filistinlilerin mahallelerinin çevresine örülen tecrit duvarları da İsrail için birer utanç ve zulmün bir başka boyutu olarak dikkat çekiyor. Aynı halk kendi yöneticilerinin, İsrail idaresinden para aldığını ve bu esarete göz yumduklarına inanıyor.
Hiç bir otoriteye bağlı olmayan fakat İsrailli askerlerin her yerini tuttuğu bir Kudüs şehri! 2019 yılında Amerikan başkanı Trump’un Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan etmesi ile her şeyin daha da karmakarışık olduğu bir yapı. Öyle ki bu kentte bir milyon insan yaşıyor ve sadece buradan çıkartılamamış olan iki yüz elli bin civarı Filistinlinin şehirde resmi olarak yaşaması ve kimlik çıkarması yasak olup sadece geçici kağıtlarla hayatlarını idame ettirebiliyor olmaları ise durumun bir başka karmaşası. Aynı karışık durum Mescid-i Aksanın dünyada resmi olarak tanınmadığı için Filistin devletine ait olmaması, resmiyette Ürdün devletine ait olması sebebiyle Aksanın içinde çok da bir hükmü olmayan silahsız Ürdün güvenlik güçleri, İsrail’in ise egemenliğinin tanınmış olmaması sebebiyle Mescid-i Aksanın kapılarını tutan İsrailli askerler! İzin kağıtları ile Kudüs’te yaşayan Filistinliler ise günün sadece belirli zamanlarında bu mübarek ve fakat bir o kadar da mahzun mekanı ziyaret edebiliyor.
Bütün bunlara rağmen ise umudu dinç tutan bir durum mevzubahis! Zira günün belirli zamanların da dahi olsa içeri girebilen Filistinlilerin çocukları, Mescid-i Aksanın bahçesinde birbirleri ile koşturup top oynuyor ve sek sek atlayabiliyor dışarı çıkınca da İsrailli askerlerin yüzlerine baka baka henüz birkaç metre ötesinden tekbirler getiriyorlar. Çocuklar her Allah-u Ekber, diye bağırdığında İsrail askerlerinin gözlerindeki korkuyu hissedebiliyorsunuz. Vicdanı olmayan İsrail askerleri bu çocukları istediklerinde yakalayıp olmadık işkenceleri yapabilecek imkana sahipler zira geçmişte insanların gözleri önünde on üç, on dört yaşında çocuğun ağzına benzin döküp çakmakla tutuşturarak yaktıkları acı tabloyu anlatanlar oldu. Ancak özellikle turistlerin olduğu bu saatlerde çocuklara yapacakları tazyikin ziyaretçiler tarafından tepki çekeceğini ve bu manada karışıklığa mahal vermek istemediklerini düşünebilmek mümkün. Bu anlamda özellikle Türk ziyaretçilerden çekindiklerini Filistinliler dile getiriyor.
Savaşlar ve baskılar yüzünden göçe tabi tutulmaları sebebiyle o coğrafyada iki buçuk milyon kadar kalabilen bir Müslüman nüfus, bir milyona yakın Hristiyan ve sağdan soldan getirilerek yedi milyonluk bir Yahudi nüfus rakamına ulaşmış olan; toplamda ise dokuz milyon insanın yaşadığı bir coğrafya. Ufacık topraklarda bunca kalabalık konuta ve az kalan tarım alanına rağmen dünya da tarım anlamında söz sahibi olan bir İsrail var! İsrail otoritesine direk bağlı olan bölgelerde Filistinlilerin tarım ürünlerini satması yasak olup bir ailenin sadece kendisine yetecek kadar zirai ürün üretebilecek bir kanuna tabi tutulmuş olması ise İsrail tekelinin ve zulmünün bir başka boyutu.
Filistinlilere kısmen ait olan bölgelerde ise dünyanın en iyi üzümleri ve hurmaları yetişmesine rağmen bunları İsrail otoritesi üzerinden dünyaya satabiliyor olmaları sebebiyle bu üzüm ve hurmanın İsrail üzümü ve İsrail hurması diye şöhret bulmuş olması da ayrı bir mesele. Gördüğümüz şekilde çokça mermer tesisinin bulunduğu ve aynı şekilde dünyanın kaliteli mermerlerin olduğu el-Halil bölgesinde üretilen mermerler, bölgenin yurtdışı ticarete açık olmaması sebebiyle, ham mermer olarak İsrail üzerinden İtalya’ya gönderiliyor. İtalyanların da bu mermeri İtalyan mermeri diye pazarlıyor olması mağduriyetin ve hak yenilmişliğin bir başka boyutu olarak dikkat çekiyor.
Zorluğun, insanın büyük işler başarmasına da yol açtığını Filistinlilerde görebilmek mümkün zira dünyanın en iyi cerrahlarının Filistinli olduğunu da burada öğrenmiş olduk. Mesela Yafa şehrinde dünyada hatırı sayılır hastanelerden birinin Hristiyanlara ait olup içindeki doktorların ise yüzde sekseninin Filistinli Müslüman doktorlardan oluşması ilginç bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Amerika’da da pek çok başarılı doktorun Filistinlilerden çıktığı ifade edildi. Bence sosyolojik olarak burada kendini gösteren şey zekâ unsurunun bu alanda değerlendirilmiş olması. Vatansız kalan ve zekâ potansiyeli yüksek olan inanların politika ve devlet işleri ile uğraşacak bir ortam ve imkânları olmaması, onları en prestijli mesleklerden biri olan doktorluğa yönlendirmiş olma ihtimalinin zihnimizde canlanması gayet olağan bir durum gibi duruyor. Bu tabi ki politikacıların zeki olduğunu iddia etmek anlamı da taşımaz ama genel anlamda alternatifsizlik bu insanların kendilerini bir alanda ispat etme zorunluluğunu ortaya çıkarmış da olabilir.
Bu coğrafyada dikkat çeken en önemli hususlardan biri de gerek Müslüman gerek Hristiyan gerekse Yahudilerin inançlarına ve genel anlamda bu inançların gerektirdiğini düşündükleri şekilde bir yaşam tarzını marjinal bir şekilde ortaya koymuş olmaları. Bunun sebebi de aslında inançların ve kültürlerin üst üste olduğu ülkede hiçbir yapının birbirine mağlup olmama, biri diğerinin içerisinde erimeme ve hatta üstün olma düşüncesi yatmakta olduğu kanaatindeyim. Buna bağlı olarak da bir caminin yanında havra; havranın gölgesinde kilise; bir Hristiyan mezhebi kilisesinin yanında diğerini tekfir eden bir başka kilisenin çanı yer almakta. Bunda tabi inançların Kudüs’ün inançların ortak merkezi olmasının da payı yadsınamaz. Haliyle sokaklar bir kültür mozaiği gibi, aynı metrekarenin içerisinde üç inançtan farklı farklı insanları görebilmek mümkün.
İlahi temelli inançlara sahip insanlar olarak insanlardaki ayrışmaların sebeplerini tekrar sorgulama ihtiyacı hissettiriyor. Örneğin bir peygamberin kabrine gittiğinizde üst katta Müslüman Kur’an okurken, alt katı işgal eden bir Yahudi’nin ise aynı amaçla Tevrat’tan bölümler okuduğuna şahit oluyorsunuz. Samuel (a.s.)’ın kabrinde bir Yahudi’nin tıpkı Müslümanların Kuran okuyuşunda olduğu gibi sesini alçaltıp yükseltmesi ise insanlık nerede ayrıştı sorusunu kendi kendimize sormamıza sebebiyet verebilir. Fakat aslında bu durum Müslümanların aynı peygambere İşmoil, Yahudilerin ise Samuel demesi kadar birbirinden farklıydı. Örneğin Davut (a.s.)’ın kabrinde ben Davut Peygamber dediğimde bir Yahudi’nin İngiliz üslubu ile -No Davut, it is a Deyvit! demesi kadar fark ve fikri çatışmadan ibaret bir durum mu vardı ortada. Hatta birkaç kişi -Hocam biz neyi paylaşamıyoruz? Diye sordu. Neyi mi? Aynı inanç ve değerlere sahip olanların bile çatıştığı dünyada, farklılıklar keşke sadece “Davut ve Deyvit” telaffuzu kadar farklı olsaydı! Cevabını verdim. Çatışma bundan ötedeydi! Tevrat’ta Yesrib şehrine hicret edeceği haber verildiği ifade edilen son Peygamberi beklemek için milattan birkaç yüz yıl önce Medine’ye yerleşen fakat onların çok göbek sonra dünyaya gelen nesillerinin Yesrib’e yani Medine’ye hicret eden son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’i kabul etmemesi kadar fark büyük bir vardı aslında. Mesele şuydu! “Bizden değil.” Aslında dünyanın meselesi bu! “Bu bizden değil!” Eğer kendinden değilse hakikati kabul etmeyen bir insanlık gerçeği. Aslında onları farklılaştıran Müslümanların onlara dair kabul ettiği değerlere rağmen, Yahudi ve Hristiyanların, Müslümanların değerlerini kabul etmemeleriydi. Hatta birbirilerinin bile değerlerini kabul etmemeleri! Bize göre öyleydi, onlara göre ise de tam tersi bir denklem vardı. Ama biz haklıydık! Onlara göre de onlar haklıydı! Fakat biz daha fazla haklıydık! Bakın yine ayrıştık ama Musa (a.s)’ın ölmediğine ve göğe çekildiğine, Davud (a.s.)’ın Peygamber değil de sadece kral olduğuna inanan üstelik de gay olduğunu söyleyen inanç sahipleri ile hangi paydaşlarda buluşulabilirdi? Üzerinde çok düşünmek gerektiği kanaatindeyim. Üstelik de Müslümanların hem Tevrat’a hem Zebur’a hem de İncil’e inanmasına rağmen, Yahudilerin İncil ve Kur’an’a, Hristiyanların ise Kur’an’a inanmadığı bir dünya ortamında hangi bütünlük sağlanabilir! Üstelik bu çatışma kendi aralarında bile zahir olan Yahudi ve Hristiyan inanç sahiplerinin kendi aralarındaki problemlerini dahi yüzlerce yıl Müslüman bir devlet çözmüş iken. Örneğin Hz. İsa’nın gömülü olduğuna inandıkları Kıyame Kilisesinin camlarını silmek için dahî, iki Hristiyan grubu Ortodokslar ile Katolikler kendi aralarında kavga ederken sorunlarını çözmek için Müslüman Osmanlı mahkemelerine müracaat etmişler. Öyle ki bu süreçte Osmanlı devleti yıkılınca mahkeme sonuçsuz kalmış ve pencereleri silmek için kullanılan merdiven bile yerinden indirilmeyip hala Osmanlı adaletini beklemekte olup yüz yıldır aynı yerde bırakılmış. Kendi içlerindeki kavgalar ve anlaşmazlıklar sebebiyle Yahudi ve Hristiyanlara göre kutsal kabul edilen pek çok mekânın anahtarı Müslümanlara teslim edilmiş.
Birbirinin kültürüne ait olmayan insanlar başka bir düşünce yapısının uygulamaları hakkında kendi inancı çevresinde yorumlar yapabilmesi mümkündür. Bir başka olayı öne çıkaracak olursak mesela Selahattin Eyyubi Kudüs’ü fethettiğinde, Yahudilerin Cehennem vadisi olarak isimlendirdiği güney cephede kalan kapıları ördürdüğü için Hristiyanların -Selahattin, kıyamet esnasında İsa geldiğinde, mabede girmesin diye, mescidin kapılarını kapattı, diye yorumlaması en bariz örneklerden olabilir herhalde. Müslümanların, Kıyametin kopmaya başlayacağı yer olarak değerlendirerek Kıyamet Vadisi ismini verdiği, Yahudilerin ise aynı meydana cehennem kurulacağına inanarak Cehennem Vadisi olarak isimlendirdiği ve hemen yanına ise Cennet kurulacağı inancı ile bölgedeki mezar yerlerinin milyonlarca dolara satıldığı bu bölgede, örneğin Fox Tv’nin sahibi olan Murdok ailesi tanesi üç milyon dolardan kırk milyon dolara varan mezar yeri satın alması ise aynı konunun etrafında dönen farklı rivayetlerin sonuçları olarak yorumlanabilir. Bu beklentiye bağlı olarak aynı bölgeye yakın Osmanlı döneminden kalma Müslüman mezarlığını da park yapma bahanesi ile yıkmanın peşinde koşuyor. Öyle ki Siyonist Yahudiler mezarları açıp Müslümanların cesetlerini yaktıkları için Filistinli Müslümanlar mezarların üstüne beton dökmek zorunda kalıyor. Yahudi inancına sahip Siyonist İsrail öylesine zalim bir yapıya sahip ki daha yeni tüm dünyanın gözleri önünde Aksa’da ibadet eden Müslümanlara saldırdı.
Bütün bu inançsal ve fikri kırılmalara rağmen sokaklardaki tarihi dokunun korunabilmiş olması ise bütün olumsuzlukların arasında olağanüstü bir güzellik olarak karşımıza çıkıyor. Bin yıl önceki insanların yürüdüğü sokaklarda yürüyebilmek, beş yüz yıl önce insanların yaşadığı evlerde bugün ki insanların yaşayabiliyor olması, aynı sokaklarda bu asrın çocuklarının top oynuyor ve seksek atlıyor olması harika bir durum. İnsan düşünmüyor değil, benim ülkemde bu sokaklar olsaydı, ne yapardık? Eskimiş diye beş yüz yıllık, bin yıllık kaldırımları söküp paket taş yapar mıydık? Olmazsa üzerine asfalt döker miydik? Bunlar eski, artık bu binalar yaşam standartları için uygun değil diyerek asırları aşıp gelen evleri yıkıp yerlerine rezidans diker miydik? Sokaklar çok dar, araba geçmiyor diyerek sokakları genişletmek için tarihi evlerin pek çoğunu yıkar mıydık? Ya da sahip olduğumuz bu binaların üzerine kaçak kat çıkar mıydık? İçim acıya acıya söylüyorum; zaten bütün bunları yapmadık mı? Ağır, travmatik ve göz yaşartıcı bir durum fakat ne yazık ki bizim ülkemizde bunlar yapıldı.
Coğrafyadaki bütün bu karmaşalara rağmen normal zamanlarda insana saygı anlayışını ön plana çıkartan bir yapının mevcut olduğuna da şahit oluyor insan. Örneğin trafikte üstünlük her zaman yayada. Karmaşa, keşmekeşlik ve başıbozuklukla karşılaşacağımı umduğum coğrafya da henüz yolda giderken mihmandarımızın “Daha yola adımınızı atmadan bütün araçlar durur ve kornaya hiç dokunmadan sizin geçmenizi beklerler.” Demişti. Hatta “Kudüs’te kimse sağa sola bakmaz çünkü bakmanıza gerek kalmaz!” Dediğinde, abarttığını düşünmüştüm. Yayaya gösterilen saygıyı araç sürücülerinin bir diğer araç sürücüsüne gösterdiğini söylemek zor olmasına rağmen yayaya saygı ve kurala tabi olmak o kadar içselleştirilmiş ki; üstelik de o kadar otorite karmaşasının yaşanmasına ve sıkışık trafiğe rağmen sükûnet içerisinde ve tedirginlik yaşamadan karşıdan karşıya geçebiliyorsunuz. Eğer trafikte yayaya karşı bir saygısızlık yapan varsa bunun turist olduğunu anlamak ise çok bariz. Trafikte yayaya saygının ön plana çıkması hususunu araştırdığımızda cezaların da ağır olduğuna şahit olmaktayız. Şüphesiz tespit ettiğimiz kadarıyla bunda kanunların ağırlığının da etkisi var ancak bu konuda eğitim de fazlası ile ön plana çıkıyor.
Bir caminin bahçesinden kilise haçını görmenin, bir havranın yanı başında ise cami minaresi görmenin mümkün olduğu Kudüs’te İslam’ın engin anlayışı tarihsel vesikalarda tezahür ediyor. Hz. Ömer (r.a.) Kudüs’ü fethettiğinde şehrin otoritesi olan rahip Safranius’tan şehrin anahtarını teslim aldığında, Safranius, Hz. Ömer’e şehir de belli başlı yerleri gezdirir. Bu esnada ikindi vakti girer ve Ömer (r.a.) uygun bir yerde namaz kılmak istediğini söyleyince, Safranius kendisine şehrin en prestijli kilisesi olan Kıyame Kilisesinde kılabileceğini ifade eder. Fakat Hz. Ömer (r.a.) kendisinin böyle bir şey yapması durumunda bunun kendisinden sonra gelen Müslümanlar için yol olabileceğini ve bu durumun da artık tebası olan Hristiyanları rahatsız edebileceğini ifade ederek bu teklifi kabul etmez ve kilisenin hemen yanı başında bir noktada kısa vakitte el yordamı ile oluşturulan bir mekanda namazını eda eder. Akabinde de Hristiyanlarla, Yahudilere dokunulmaması için emannâme yazdırması ve ashabın ileri gelenlerinden iki kişiyi de şahit tutması büyük halifenin ve İslam’ın engin anlayış, merhamet ve insan idaresi ilişkilerine ne derece önem atfettiğini göstermektedir. Aynı şekilde Selahattin Eyyubi, Kudüs’ü haçlıların elinden geri aldığında, daha önce şehir ellerine geçtiğinde rivayete göre akıttıkları kan atlarının dizlerine kadar yükselecek derecede bir vahşet ortaya koyarak yetmiş bin Müslümanı katleden Haçlılar, Selahattin’in de aynı davranışı kendilerine yapacağını düşünerek korkarken, o ise “Peygamberimizin, türlü zulümlere maruz kalması ve canına kast edilmesi sebebiyle Mekke’den kovularak gitmesine rağmen, güç eline geçtiğinde intikam almayıp affedici davranmasını, örnek göstererek, şehrin halkına dokunmayacağını ve kendisi ile beraber yaşamak isteyenlere eman verildiğini, başka yere gitmek isteyenlere ise muhafız tayin edilerek o bölgelere gönderilebileceklerini söylemesi ise yine İslam’ın ahlak ve insani değer anlayışının ne denli ileri düzeyde olduğunun bir başka göstergesi. Ancak bütün bunların ışığında Kubbetüssahra’ya girmek isteyen İsrailli Yahudi bir kadının Filistinli Müslüman kadınlar tarafından engellendiğini gördüğümüzde ise, kadınların neden buna mani olunduğunun üzerinde tahliller yapmaya çalıştık. İsrail bu konuda tehlikeli planlar yapabilen bir ülke! Zira bu gibi durumlarda çeşitli sebeplerle bir komploya bağlı olarak Yahudi birinin başına istenmeyen bir durum geldiğinde, İsrail devleti bunu bir tavize dönüştürerek Müslümanların elindeki imtiyazlara el koyarak bunları kendi lehine devşirmek suretiyle istenmeyen durumları ortaya çıkartıyor. Örneğin, 1957 senesinde Müslüman olduğunu söyleyerek uzun müddet namaza geliyormuş gibi yaparak Müslümanlarda kendisine karşı güven oluşturan bir Yahudi, günlerce Kıble mescidinin duvar diplerine yanıcı maddeler gizleyerek sonunda Mescidi-Aksa’nın ana parçalarından biri olan camiyi ateşe vererek yaktı. Bu yangında mescid büyük zarar gördüğü gibi Selahaddin Eyyubi’nin bu mescide koyduğu yaklaşık bin yıllık o meşhur minberde yandı. Aynı zamanda İbrahim (a.s.)’ın kabri bulunduğu için el-Halil olarak adlandırılan ve halkının tamamı Müslüman olan bölgedeki, aynı isimli camiye bayram namazı esnasında giren Barak Goldestain isimli Yahudi bir çocuk doktoru, namazda bulunan Müslümanları makineli silahla tarar. Bunun üzerine çıkan karmaşada Filistinli bir Müslüman yangın tüpü ile Barak’ı öldürür. İsrail askeri olaya müdahale eder ve Müslümanlara karşı yaptığı bu eylemden dolayı marjinal Yahudiler tarafından mehdi ilan edilen Goldenstain, Müslüman ahaliyi katlettiği mahalleye gömülür ve onun mezarını korumak bahanesi ile yüzlerce İsrail askeri, aynı zamanda da askerlerin aileleri getirilir ve buna bağlı olarak da Müslüman mahallesinin içerisine bunlar için Yahudi mahallesi kurulur. Yani elinizi uzattığınızda kolunuzu kaptırdığınız bu anlayışı Filistinliler tecrübe ettikleri için artık temkinliden de öte, tepkili bir yaklaşım ortaya koymaktalar ki, haklılar. Aynı duruma bağlı olarak aslında ikinci dünya savaşında Avrupa’dan tehcir edilen ve Filistin’de Müslümanların merhametiyle karşılanan Yahudilerin çok geçmeden Filistinlere savaş açarak topraklarına el koymaları da aslında en önemli örnek olarak karşımızda duruyor. İsrail’in kendi çıkardığı karışıklıklar sebebiyle ortaya çıkan güvensiz ortamı bahane ederek, Filistinlilerin kendi mahallelerine giriş çıkışlarının bile demir parmaklıklar arasında kontrol edilerek sağlandığı ve alenen açık hava hapishanelerinde yaşatıldıkları bir ortamda Filistinlilerin, İsraillilere güvenmemesi, konjonktürün onları getirdiği olağan bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Bütün bu ayrışma ve çatışmalarla birlikte otorite ve güç İsrail’in elinde olmasına rağmen sokak tabelalarında dil egemenliğinin İbranice olmaması ve bu konuda görsel bir baskı oluşmamış olması ise şaşırtıcı. Zira İsrail gibi asırlar önce unutulmuş olan İbraniceyi yeniden dirilterek resmi dil yapan bir yapının, hadi sokak tabelalarında İngilizcenin olmasını anlamamıza rağmen, bunların yanında mutlaka Arapçayı da kullanması şaşırtıcı bir durum olarak dikkat çekiyor.
Osmanlı döneminde Bilâd’ı-Şam yani Şam bölgesi olarak geçen toprakların Filistin kısmında ayakta olan üç binden fazla Osmanlı eseri var. Birinci dünya savaşı sürecinde İngilizler bilinçli olarak bazılarını bombalasa da hala “Her yer Osmanlı” demek mümkün ve gözünüzün değdiği her yerde bir Osmanlı eseri ile karşılaşabiliyorsunuz. Bu eserlere dışarıdan müdahale edebilmek İsrail hükümeti tarafından yasaklanmış ve bu sebeple TİKA gibi kurumların bunları restore etme olasılığı yok. Ancak İsrail hükümeti de tarihi eserleri yıkmıyor fakat sahipsiz eser niteliğinde tutarak eseri tamamen yok etmemek kaydıyla otel, çarşı ve AVM yapılmalarına alan açıyor. Zira bu bağlamda izin problemi yaşandığı için TİKA’nın restore edebildiği eserler çok küçük çaplı olmuş. Ancak buradan yola çıkarak şunu da gözlemlemek mümkün, Türk bayrağı İsrail hükümeti tarafından yasaklanmış olmasına rağmen hem Filistinli Müslümanlar hem de İsrailli Yahudilerin bir kısmında Osmanlıyı-Türkiye’yi anımsatan Ayyıldız’a karşı aşırı ilgi olduğunu pek çok mahalle arasındaki pencere önlerine ve kapı üstlerine işlenmiş olan hilal ve yıldızdan anlayabiliyorsunuz. Özellikle İsrail’in Yahudi nüfusunu artırabilmek için farklı ülkelerde bulunan Yahudileri, topraklarına getirmeye çalıştığı gerçeği var. Bu bağlamda Mardin ve Hakkâri gibi Türkiye şehirlerinden de Yahudiler gitmiş ve sokaklarına Hakkâri Sokağı, Mardin Sokağı gibi isimler vermiş ve mahallelerinin, sokaklarının girişlerine, evlerinin ana kapısı üzerine Ayyıldız’ı işlediklerini görebilmek mümkün. Biraz tehlikeli olduğu söylense de, yanlışlıkla da olsa girdiğim böyle bir Yahudi mahallesinde dolaşırken karşılaştığım İsrailli polislerle yarı İngilizce yarı Arapça adres sormaya çalışırken Türk olduğumu öğrendiğinde gülen polise, ben, yoksa Türk müsün? Diye sorunca, -Kürt! cevabını aldığımda şaşırmıştım. Burada ne işin var diye sorduğumda, karıştırma orasını diye verdiği cevap, konuyu irdelememi engellemiş olsa da şunu da göz önüne almak lazım. Zira sahada İsrail devletinin memuriyet işlerini yapan kişilerin İsrâiloğlu Yahudisi olmadığı ve bunların farklı milletlerin içerisindeki Yahudilerin alınıp getirilerek İsrail kimliği verilmek suretiyle bu işlerde istihdam edildiklerini de öğrenmiş de olduk. Örneğin İsrailli askerlerin içerisinde dikkatimizi çeken zenci polislere daha öncesinde şaşırmıştık, zira Yahudi zenci var mı diye merak etmiştik! Ancak bunların Falaşa denilen Somalili bir etnik unsur olduğunu ve kendilerinin Yahudi olduklarını iddia ederek İsrail’den vatandaşlık istediklerini, İsrail ise bunların Yahudi olduğunu kabul etmeyince, İnsan Hakları Mahkemesine dava açarak Yahudi olduklarını dava yolu ile kazanarak, İsrail vatandaşlığı elde etmişler. İsrail de nerede ise bütün ayak işlerini bu gruplar yapmakta ve bunların asıl İsraillilere oranla daha katı bir tavır sergilediklerini gözlemlemek mümkün. Bu bağlamda İsrail’e hizmet ettiği ifade edilen bir diğer grup ise temelde Suriye meşrepli oldukları bilinen ve Nusayri-Şii temelli olan Dürziler olduğunu öğrendik. Bir diğer ifade ile Derezi de denilen bu grubun yine İsrail’de polislik gibi işlerde istihdam edildiklerini ve bunların da Filistinli Müslümanlara karşı, asıl Yahudilerden daha katı ve zalimane bir tavırla davrandıklarını söylemek mümkün.
Sokağa dair belki de en iyi şeylerden bir tanesi ise sokakta sahipsiz köpek olmaması ve kişinin daha güvenle yürüyebiliyor olması. Bu manada insana saygı ön plana çıkıyor ve turist çekebilmek de daha kolaylaşıyor. Bu konuya İslami pencereden bakacak olursak zira elbette her can değerlidir ve hayvanda kıymetlidir ancak insan eşrefi-mahlûktur.
Bin dört yüz yıllık bu İslam toprağında insana saygı ile beraber aslında maddeye ve varlığa saygı kültürün hala var olduğunu görebilmek mümkün. Zira çarşı pazardaki esnafın, ürünlerinin üzerine veya dükkanının kapısına “Ben burada değilim” anlamında sopa benzeri bir şey koyarak, dükkanı açık bir şekilde bırakıp gitmesi gayet olağan bir durum ve asla hırsızlık vakası ile karşılaşılmıyor olması o topraklar için gayet olağan bir durum. Osmanlının ahlak anlayışının o coğrafyada kısmi olarak da olsa hala yaşıyor olması bizim için sevindirici bir durum. Fakat ne yazık ki bu durumun benim ülkemde tezahür edemiyor olması ise oldukça üzücü. Osmanlı gerek mimari gerek kültürüyle gerekse bizzat ismiyle ve duyulan özlemle Filistin coğrafyasında oldukça ön planda? Yüzünüzü çevirdiğiniz yerde, gözünüzü diktiğiniz noktada Osmanlıyı görebilmek mümkün. Kanuni’nin yaptırdığı surlarda, Hürrem Sultanın şehrin su ihtiyacını gidermek için yaptırdığı su kuyularında, çeşmelerde, camilerde, kalelerde ve pek çok bina da. Özellikle II. Abdülhamid hana daha büyük bir saygı var. Elbette bizlere “Araplar size ihanet etti” veya “Filistinliler topraklarını sattı” gibi ifadeler söylendi, aynı zamanda İngilizlerin, Araplar arasında “Türkler İslam dininden çıktı!” algısı oluşturmaya çalışarak aramızı açma peşinde olduklarını da biliyoruz. Yine Filistinlilerin toprak satma hikâyesini araştırdığımızda ise bu durumun yüzde on iki gibi bir rakamda kaldığını biliyoruz. Objektif baktığımızda ise ihanet eden kişi ya da yapıların her toplumda var olabileceğini, öyle ki bizim ülkemizde bile böylesi kişi ya da oluşumların belki yüzde on ikiden bile fazla olabileceğine şahit oluyor olmamız ise acı tecrübeler olarak karşımızda duruyor. Şu bir gerçek ki yüz yıllık bir ayrılığın ardından o coğrafya tekrar bizi bekliyor. Bütün bunlar bende bizim o coğrafyanın insanlarını dışlamadan kaynaşmamız gerektiği kanaatini oluşturmakta. Aynı zamanda bizi birbirimize düşüren fikirlerin yanlış tarih öğretisi ve ecnebilerin fitnesi olduğunu da bilmeliyiz. Bu manada rahmetli Cemil Meriç’in dediği gibi ne üzücü ki “Haçlıların en büyük zaferi tarih kitaplarımızdır.” Diyerek konuya şimdilik burada nihayet veriyoruz.
Filistin topraklarında bulunan Osmanlı eserleri, İsrail tarafından farklı amaçlarla kullanılmakta. Örneğin burası otel yapılmış ve Osmanlı dönemi kitabesi ve tuğra halen üzerinde
Osmanlı'nın, Bugün İsrail sınırları içinde kalan Yafa şehrinden ayrılıncaya dek kullandığı mahkeme binası.
Mescid-i Aksa'nın içinde yer alan Kıble Mescidi ve Kubbetüssahra aynı karede
Mescid-i Aksa'nın açık alanlarında bulunan bu Mihrap gibi bölümler 2010 yılındaki İsrail işgaline kadar, asırlar boyunca medrese derslerinin okunduğu açıkhava sınıfları olarak kullanılmış.
Mescid-i Aksa'nın en önemli bölümlerinden olan Kıble mescidinde sadece kadınlara tahsis edilmiş büyük bir kütüphane mevcut.
Mekke ve Medine'nin su yollarını açtırarak hacıların su ihtiyacını gideren Hürrem Sultan Kudüs şehrinin de su yollarını ve kuyularını yaptırmış. Açtırdığı su kuyularından pek çoğu halen duruyor.