Milattan sonraki üç yüz yıl da çok zor dönemler geçiren Hristiyanlık, buna mukabil, üç yüz on üç yılında Konstantin’in Milano fermanı ile Hristiyanlığı tanıması ve koruma altına alması, Üç yüz yetmiş dokuz senesinde de Teodisus’un Hristiyanlığı resmi din yapması ile daha rahat yayılma sürecine girdi. Ancak ilerleyen yüzyıllarla birlikte, kilise anlayışı zamanla Roma üzerinde en hakim otorite durumuna dönüşmüş ve Batının dindarlık olarak algıladığı şey, içerisinde bulundukları kilise öğretileri veya diğer adı ile Hristiyanlık kriterleri olmuştu. Bu çerçevede de kilise dogmalarına aykırı olduğu düşünülen yeni fikirlere karşı Hristiyan din adamları tarafından ortaya konulan şey ise aforoz anlayışı ve bununla birlikte engizisyon mahkemeleri, idamlar, yenilikçi düşünceyi öteleyen, üzerini örten bir yapı ortaya çıkmıştı. Bu durum da çağları yakalayabilecek gelişmelerin önündeki en büyük engel olmuştu.
Avrupa için, Endülüs’ten kalan miras ve devamında da Osmanlı ile muhatap olmanın getirdiği olumlu neticeler ve buralarda var olan medeniyet anlayışlarının Batı’da fark edilir olmasının Avrupa’da ortaya çıkardığı yenilikçi anlayış ve bunların üzerine inşa edilmiş olan Rönesans ışığı, Batı da kiliseye aykırı yeni fikirlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Avrupalı okumuşlar mantıklarına hitap etmeyen kilise mantalitesine karşı bir “İzm’ler” akımı ortaya çıkmasına ve fikri gelişmenin Hristiyan öğretililerinden sosyal hayatta sıyrılmakta olduğu kanaatine varıldı yol açtı. Sonunda Batı kendi çözümü buldu. Oldukça zor oldu ancak sonunda kilise ile de anlaşarak onu yönetimin dışına iterek kendine yeni bir yol çizdi.
On yedinci ve on sekizinci yüzyıllara gelindiğinde ise ekonomik anlamda gelişmeye başlayan Batı İnsanında fikriyat olarak da değişim rüzgarları hız kazanmıştı. Özellikle Avrupa’da “İzm’ler” daha fazla ağırlık bulmaya başlıyor, bilim ve fikir insanı olarak ön plana çıkan kişiler Hristiyanlık dogmaları ile çatışıyor, kendilerine yeni sığınma ya da fikri ve inançsal anlamda kaçış yolları arıyordu. Çünkü geçmişten beri kilisenin gölgesinde kalan Batı insanı, kendi kilise klişelerinin dışına çıkamamış ve durum da Batı’da dindarlığın bağnazlık ve gericilik olarak algılanmasına yol açmıştı.
Yirminci yüzyıla yaklaştığımız dönemde ise bize doğru geldiğimizde de iç ve dış problemlerle boğuşan ve daha bir asır öncesine kadar Dünyayı ihya eden bir anlayışın ışığı sönmeye yüz tutmuş, üzerinde oturduğu madenin farkına varamayan yeni nesil, Batı’daki bu gelişmelerden etkilenerek, yanlış çıkarımlarda bulunmuş ve gelişimin yolunun dini değerleri sosyal hayatın ve yönetimsel ilkelerin dışına iterek açılacağını düşünen bir anlayış ortaya koymaya başlamıştı.
Oysa Batı, gönülden bağlı kalmaya devam ettiği kiliseyi, yönetim ve idarenin dışında bırakarak boynundan bir pranga çıkarmıştı.
Zaten kaç asırdır Batının zeki insanları Hristiyan anlayışa karşı çıkmakta ve alternatif fikirler, inançlar, hatta inançsızlık akımları ortaya koymakta idi.
Tabi iletişimin arttığı ve zihinsel sömürgeciliğin yaygınlaşması sebebiyle bu akımlar bizim nesillerimizi de sarmakta, bilinçsiz Müslüman dimağlarda etki bırakmakta, “İzm”lerin ve Batıdaki din algısının peşine düşen yirminci yüzyıl nesli, İslam’a da Batıda Hristiyanlığa karşı geliştirilmiş olan aynı İzmler penceresinden bakmaya başlamıştı.
İşte bu çok tehlikeliydi! Çünkü bizim izmlere değil, gerçeğe dönmeye ve tıpkı atalarımız gibi gerçekten İslam’ı iyice anlamaya ihtiyacımız vardı.
Rahmetli Cemil Meriç’in dediği gibi, "İzm'ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe'lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı."
Evet, Avrupalı kendini alternatifler üretmek zorunda hissetti. Ancak aynı döneme gelinceye kadar asırları deviren İslam perspektifinden baktığımızda ise, İslam’ın sürekli gelişmeyi arzu eden, dün ile bugünü, bugün ile yarını eşit olanı bile olumsuz kabul eden bir yapı barındırdığını fark etmemeyi, zihinsel tutulmuşluktan başka bir şey ile izah etmek mümkün değildi.
Nasların yani ayet ve hadisler çerçevesinde var olan hükümlerin, işin ehlince ictihad edilmesi yolu ile zamanın ve zeminin ahvaline, şartlarına göre yorumlanması ve kıyas yönteminin varlığıyla, hükmün aslından hiç taviz vermeden İslam her döneme hitap eden kuşatıcı bir yapıya sahipti.
Haliyle İslam, bu ufkuyla Batıda Hristiyanlık için ortaya atılan bir kavram olan “gericilik” anlayışına tamamen zıt olup, zamanın şartlarına hitap ettiği gibi, geleceğe de ufuk çizen çağlar üstü bir anlayışa sahipti.
Birazda, bu İzmlere tutulmanın müsebbibi rahmetli Cemil Meriç’in dediği gibi menşelerinin Avrupalı olması. Avrupa’ya hayranlık, onların kendi dinleri olan Hristiyanlığı yönetim ve kanun anlayışlarından atması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan gelişmişliğe olan hayranlığın getirdiği etki.
Bunu İslam’a karşı aynı yöntem ile deneme düşüncesi.
Batıdan gelen ne varsa yorum bile yapmadan baştacı yapıp bedenimize elbise yapma hastalığı.
Bunlar bize uymayan deli gömlekleriydi. Çünkü bizim buna ihtiyacımız yoktu.
Örneğin Lailiklik anlayışının tek örneği Fransa! Zamanın yönetimsel ve dini otoritenin perişan ettiği Fransızları böyle bir karar almaya mecbur bıraktı. Peki biz de buna ihtiyaç var mıydı? Batıyı sorgulamadan ve bu elbise bize uyar mı, diye bakmadan giymeye çalıştığımız bu “İzm” gömleği, yine Cemil Meriç’in tespiti ile inançsız ve idealsiz nesillerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu da pusuda bekleyen yabancı bize ait olmayan ideolojilerin, setleri yıkan ırmaklar gibi ülkeye yayılmasına yol açtı.
**Aslında bugün ki fikir ayrılıklarının, aynı hedefler etrafında bütünleşememenin, aynı idealleri taşıyamamanın müsebbibi kendi İslamında haberdar olmayan ve muhtelif zararlı ve dalalete götüren, ayrılıkçı zihinsel akımların peşine düşmüş akım ve nesillerin ortaya çıkacağı akımları engelleyememektir.
Öz kaynaklarımız, kendi dinimiz, Türk İslam anlayışının bize bıraktığı bin yıllık miras, çağlarüstü İslam anlayışı bizi geleceğe taşıyacak ortak değerlerimizi oluşturacak yegane unsurdur.
Kendi değerlerimizden beslenmeyiz..… Bunu gericilik olarak değerlendirmek ise…. Eğer şanlı bir maziye kanatlanmak gericilikse her namuslu insan gericidir…
İslam düşüncesinden kaynağını alan medeniyetimiz
"İzm"ler "öteki"ne bakışı şekillendiren at gözlüklerine dönüşmekte, böylece patolojik bir vaka haline gelerek insana, tarihe ve dine karşı ön yargılarla bakışı beslemektedir. Aynı zamanda kendisi de onlardan beslendiği için fasit bir daire oluşmaktadır. İşte tam da bu noktada "izm"lerin deli gömlekleri haline nasıl dönüştüğünün daha net anlaşılabilir olduğunu görmekteyiz. İsmet Özel'in şu dizeleri de bu noktada aydınlatıcıdır: "İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır." İki mütefekkirin de bahsettiği husus aslında aynıdır: "Deli gömlekleri" ve "sağır olmak". Bu iki mütefekkir dünyaya "izm"ler penceresinden bakmanın verdiği acı gerçeği önümüze serer. Oysa bizler Kur 'anî bir tabirle orta ümmetiz.
Bizler de yüzyıllardır "izm"lerle düşünüyoruz. Fakat "izm"ler bize yabancı durmaktadır. Şunu sormak gerekiyor: Niçin Avrupa'dan "izm" ithal ettik veya Avrupa'nın bize "izm"leri ihraç etmesine nasıl izin verdik? Kanımızca, biz dünyamızdan ne zaman "irfan"ı(akıl ve kalp bütünlüğü) çıkardık işte o zaman Batı menşeli "izm"lere yenik düştük. Zira mukavemet kalelerimiz zayıftı. Bizim mukavemet kalemiz; İslam düşüncesinden kaynağını alan medeniyetimiz. İslam düşüncesinden uzaklaşmak Avrupa'nın ihraç ettiği "izm"leri kabul için zaruri ve yeterli bir sebep.