“Yârim derdini ver bana” demiş aşık ozan. Şimdi kim bilir hangi rüzgarın eteklerinde varlığa yürütmüştür bu söz. Hangi nicelerini, püryan eylemiştir. Yada hangi nicelerini, Abdal eylemiştir. Peki ya aşık olunan. Bu sözü, duyabilmiş midir. Yanaşabilmiş midir, uğrayabilmiş midir... böyle bir derin sözün Sokaklarına, köylerine eteklerine, vadilerine.. . Kim bilir..? Aşığa, sen kayboldun demek; var oldun demektir. Var oldun demek ise har oldun demek gibidir. Kalbindeki ışıltı, aydınlatınca yürüdüğü toprağın altını işte o zaman varlığın adı sen oldun demektir. Aşık yanılır mı bilmem ki... yanılır ki yanar... her yanmasında bir daha yanılarak, kanarak, kanayarak var’ a gider. Çünkü bilir yokluğu, yokluğun içindeki aldatıcı tokluğu...Çünkü her var içinde, var olmak ağır gelir o dervişin, abdalın yada aşığın göğsünde duran nazif kafesine. Her gece pıtırtılar uyandırır onu, gözlerini arar, ruhunu, cesedini sonra unuttuğu yerde kendini...
Zaten en büyük mesele o dur ya.. İnan zordur anlatması, yaşaması sıyrılması. Kaybolan kendine bir yolculuktur, eğilen bir çınarın, göğün yüzüne doğrularak selam vermesi gibi bir şey. Ancak yiğidim bu mesele, inan zor bir mesele, dağlar küser sana, ovalar, ırmaklar deryalar.. Dağlar bir yuva bile vermezler kıskanırlar.. Irmaklar, çılgınca akan bu deli gönüllerin yordamını sevmezler zira onlardan daha asi akan biri olmamalıdır. İşte böyledir... İşte böyledir... Bilir misin, aşığa bir nefes bin yıl, bin nefes bir yıldır. Çünkü üzerinde geçilen yârin toprağının kokusu, rengi, ışıltısı bakışı yada başkaldırı. Her şey bir şeye yeter ve bir şey her şeye muktedir gelir onun için. Onun dili, gamzesi, balı, bardağı, hızması için.
Ve sonra aşık ozan der ki; “Sarhoşum ayıktır beni... “Ancak artık niceleri, deli eylemiştir onu. Divane demiştir köyün dilsizi, kuyunun dipsizi demiştir. İşte abdalın hikayesi budur yiğidim. Ceylanları en asileri avlar, oysaki bakışıyla eriyen bu canları neden görmez idiler ki.
Bir defa yiğidim, her şey bir defa..