Elbette kadınlara uygulanan şiddet ve sonrasında oluşan bu cinayet vakası ilk değildir.
Ne acıdır ki dönemin medya organı olan gazetelerde uzun bir dönem gündemde kalarak kadınların toplumda farkındalıklarını hissettirmelerine olanak sağlayan bu vakadaki maktul,
Sadece kadınlar için yayın hayatına atılan ilk karikatür dergisi olan Leylak dergisinin Küçük Hanım takma adı ile baş çizeri olan Fatma Zehra dan başkası değildir.
Farklı ve tanınır bir karakteri olması, dönemin iyi eğitim almış kadınların bu cinayet vakasının adli bir vaka yerine toplumsal bir sorun olarak telaffuz edilmesine, erkek egemen toplumu ile olan ilişkilerinin sorgulanmasına ve ilk feminist düşüncelerinin anlatımına olanak sağlamıştır.
1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı veren bir yönetim anlayışının sahibi olan dönemin siyasi erki, bu cinayet vakasını bireysel bir eylem biçimi görmeyerek farklı bir tutum izlemiştir.
Toplumdaki kadın erkek ilişkileri bağlamında değerlendirilen ve ardından kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi ve yine kadınların toplumsal hayatta daha aktif rol alabilmeleri için kamusal haklara sahip olmaları konusundaki duyarlılıkla, gerekli yasal düzenlemeler için adım atılmasına neden olmuştur.
1928 yılından bugünlere geldiğimiz dönem için de, kadınlarımız artık kamusal alanın her yönünde görülmelerine ve varlıklarını güçlü bir şekilde hissettirmelerine rağmen hala Fatma Zehra hanımın akıbetini paylaşabilmektedirler.
Aradan geçen neredeyse 100 yıla yakın zaman dilimine ve düşünsel ve teknolojik olarak bunca gelişmeye rağmen ciddi bir tezat olarak niteleyeceğimiz kadına şiddeti olgusu kamusal ve yönetimsel bağlayıcı kararlar alınmadan duracağa benzememektedir.
Burada sorgulanması gereken asıl konu devleti yönetim gücüne sahip olan bireylerin oluşan bu şiddet sarmalından kurtulmak için neden adım atmadıkları ya da daha gerekçi bir deyişle yapılan kanunları neden uygulamadıklarıdır.
Bu uygulamama ya da adım atmama hali ile ilgili siyaset yapıcılarını sınıfladığımızda Cumhuriyetin ilk yıllardaki ittihatçı ve devrimci kimliğe sahip yöneticileri muaf tutarak değerlendirmemiz gerekmektedir çünkü Fatma Zehra olayı bu kadroların olaya karşı nasıl hızlı tepki verdiğinin net bir göstergesidir.
1950 li yıllar ülkemizde kurucu kadroların oluşturduğu anlayışa karşı keskin dönüşlerin başlangıç zamanının miladı olarak nitelenebilir.
Bu dönemden itibaren köylerden kasabalara, ardından şehirlere göçlerin başladığı ya da kentlerin şehirleştiği bir yer değiştirme olgusu başlamıştır.
Bu olgu o kadar şiddetli bir toplumsal depremdir ki 1950 li yılarda %20 civarındaki kent nüfusu 1980 yıllara gelindiğinde %60 oranına fırlamıştır. Peki, nüfus olarak bu ne anlama gelmektedir?
1950 yılında 20 milyon nüfusumuzun 16 milyonu köylerde 4 milyonu şehirde yaşarken
1980 yılına geldiğimizde 45 milyon nüfusumuzun 27 milyonu şehirlerde 18 milyonu köylerde yaşamaya başlamıştır.
30 senelik bir zaman diliminde şehirde yaşayan insan sayısı 23 milyon gibi bir rakama ulaşmıştır. Dünya tarihinde böyle bir nüfus kayması ancak küresel bir göç olgusu ile izah edilir.
Oluşan bu yeni toplumsal durum kadın ve erkeklerin sosyal statüleri ile ilgili ciddi bir kafa karışıklığına yol açmış bireylerin alışıldık yaşam tarzları ile ilgili yeni tanımlara ihtiyaç duymalarına neden olmuştur.
Ancak siyasilerin, bu tanımlamayı yapması gereken kurumlar ile ilgili gerekli tedbirleri almaması, düzenlemeleri yapmak konusunda boş verici tutum takınmaları, şehirleşen insanların köylülükten alıp getirdikleri davranış biçimlerini devam ettirmelerine neden olmuştur.
Bir başka deyişle 20/30 hanelik köy yaşamının gelenek görenek ve toplumsal rolleri 3.000/5.000 hanelik şehirlerde olduğu gibi hiçbir revizeye gerek duymadan devam etmiştir.
Köy yaşamında kısıtlı insan sayısı içinde çok sınırlı bir anlam ifade eden Namus kavramı kısa zamanda oluşan bu yer değiştirme nedeni aniden oldukça önemli bir anlam ifade edip kadınların üstünde baskı oluşturan erkek hegemonyasının bir aracına dönüşmüştür.
Ahlaksal tanımlamalar toplum sosyolojisinin gizli düzenleyicileridir. Ancak bu tanımlamalar bulundukları zaman, mekân ve dönemin şartlarına göre anlamlarını yitirebilir ya da farklı olarak yeniden anlamlandırılır.
Günümüz yönetim şartlarında toplumda bireylerin rolleri, hakları ve konumları ahlaksal tanımlamalardan ziyade insan haklarına uygun kanunlarla tanımlanmaktadır.
Namus gibi ahlaksal bir tanımlamanın kanun maddeleri tarafından karşılık bulmama hali ya da bu kavramı kullanarak oluşturulan şiddet durumuna karşı gerekli ceza maddelerinin yetersizliği Kadın şiddetinin en önemli nedenlerinden biridir.
Elbette kadına yönelik uygulanan şiddeti sadece Namus kavramı üstünde bina etmek doğru değildir.
Köylülükten şehirleşmeye geçemeyen bireylerin Kadın-Erkek ilişkilerinde doğru bir yolu bulamamaları hala Anne ve babalarından gördükleri eskinin davranış biçimlerini uygulamaları temel bir eğitim ve görgü sorunudur.
Bugün hala kadın sığınma evlerinin varlığı toplumsal olarak kadın ve erkek arasındaki hegemonyanın erkek tarafında olduğunun baskın bir göstergesi ve kanunların yetersizliğinin ispatıdır.
1950 yıllardan bu yana siyasi erk, kadın hakları ve doğal sonucu olan kadın şiddeti konusunda 1930 yıllarındaki yenilikçi anlayıştan oldukça uzaktaki bir noktada konumlanmaktadır.
Yanlış bir yerde konumlanmanın getirdiği rahatlık Kadına yönelik Erkek şiddetinin bugün sokaklarda dayak fiili ile karşı karşıya kalan, hiç yok yere denenecek nedenlerle katledilen kadın bireylerin varlığını doğal hale getirmiş ve eylem sırasında herhangi bir müdahale olmadan yine erkekler için bir seyir ziyafetine dönüştürmüştür.
İlgi çekici bir nokta da; tüm Siyasi partilerin Kadın kolları adı altında bir birim oluşturarak devasa bir sorunun varlığını ilan etmeleri ancak tüm Partilerin tüm birimlerinde koşulsuz bir hegemonya sahibi olan erkek kollarının gizli varlığı toplumsal bir ikiyüzlülüğünün göstergesidir.
Siyasi partilerde Kadın kollarının kaldırıldığı tüm birimlerde kadın erkek eşitliğinin sağlandığı gün ülkemizin kadınlarının çilesinin son bulacağı gün olacaktır.