O yıl kış pek soğuk geçmişti, kar ara ara yağsa da soğuk ve yağmurlar çok fazlaydı. Birinci sınıfa başlayan Yunus ablası ile okula gidip geliyordu.O sene İmkansızlıklar sebebiyle servise yazılamamışlardı.Oyüzden yürüyerek gidip geliyorlardı ve yol biraz uzundu. Babalarının işleri çok kötü gitmiş ve dükkanını kapatmak zorunda kalmıştı. Geçim de şarttı. Acilen bir işe girmesi gerekiyordu. Çok geçmeden bir Amerikan şirketinde iş buldu. Ustalığı çok iyi olduğundan boşta kalmamıştı. Kış ayıydı bu, ne yer ne içerlerdi yoksa!. Çok geçmeden olmayacak şey oldu ve şirket geçici bir süre için faaliyetlerini durduracaklarını bu yüzden bazı işçileri çıkarmak yerine %50 maaş ödeyerek 2 ay evde beklemelerini istedi. Ragıp usta ham bir adam değildi.Derin düşüncelere daldı o sırada arkadaşı geldi ve “kalk usta,eşyaları topla gidelim artık” dedi. Gidecekti de evde çoluk çocuk, eşi ne diyecekti, ne yiyecekti..Canı pek daralmıştı. Bunun bir imtihan olduğunun farkındaydı. Koca bir Servet-i eritip tüketmiş şimdiyse bir kıtlığa doğru yol alış vardı.. Düşünsenize kolunda altın saati eksik olmayan her gün farklı bir takım giyen o Ragıp,şimdi şantiyelerde sıradan biriydi. Helal haram ayırt etmediği, gece hayatının olduğu o dönemler ne çok kazanıyordu oysa!.
Kafasının pek yerinde olmadığı bir gece ihtiyar bir köylü Ragıp’ın karşısına dikilip dik dik bakmış ve “ne istiyorsun ihtiyar” dediğinde ihtiyar onunla birkaç cümle konuşmuş o günden sonra olanlar olmuştu. Ne dediğini hiç kimseyle paylaşmamış olsada hidayet o günden sonra nasip olmuş, hatta hacca bile gitmişti orada da tüm parasını çaldırmıştı. Malım temizleniyor diyerek,Allah’a çokça dua etmişti. Zaten her ne yaparsa yapsın ailesine helal yedirmeye gayret ederdi şimdi ise kendisinin de helalden beslenmesi için yalvarıyordu.. borç para buldu ve Türkiye’ye geri döndüğünde enteresan bir olay daha yaşadı. Kalfası kendisine ihanet etmiş, epey bir borçla dükkanı bırakıp kaçmıştı,açıkçası artık iflas etmişti. Ailesi çok uyumluydu elde ne var,yastık altında ne varsa hepsini ortaya koymuşlardı ama yetmiyordu.. “Hak bir yola girildiğinde kıtlık geldiyse bir de uzun sürmezse bu çok hayırlıdır” diye duymuştu.YA SABIR,YA HAKİM ! Dedi. Emine evin tek kızıydı prenses gibi büyümüştü,onun alışverişi bile özeldi. Babası ona biraz daha fazla düşkündü. O yüzden imtihanı bir de oradan gelecekti.Bir önceki yılın kışlıklarını, “kızıma yeni kışlık alırız” diye çoktan vermişlerdi. Ama yenisini de alamamıştı. Yazın aldıkları tam sekiz modele dönüşebilen o güzel ayakkabıyla okul yolunu yürüyerek gidip geliyordu. Kış başlayalı sık sık üşütüyordu ve İleride olacağı kronik farenjitin tohumları o gün atılıyordu. Kanaatkar olmaları gerektiği bir dönem olduğunu bildiği için Emine hep sınıfın soğuk olduğunu o yüzden Üşüdüğünü söyleyerek kimsenin aklına ayakkabıyı getirmiyordu. O gün okuldayken O kadar çok kar yağmıştı ki yerdeki kârlar epey yükselmişti. Okul çıkışı ablasının yanına gelen Yunus neşeyle ablasına kartopu fırlattı. Ablası pek gülmedi oysa çok severdi onla oynamayı!.
Yunus hoplaya zıplaya giderken Emine geriden geliyordu.Yunus “ abla hadi” deyince Emine ağlamaya başladı. Yunus ne olduğunu anlamamıştı.Ablası ayakları üşüdüğü için onun çizmesinin bastığı yerlere basarak yürümeye çalışıyor o yüzden geriden geliyordu ama artık daha fazla tahammülü kalmamış ve ağlamaya başlamıştı “ayaklarım çok üşüyor” diye.. ayakkabının tabanları iyice incelmiş, kar boyuda yükseldiği için O ayakkabıların karda çıplak ayak yürümekten bir farkı yoktu.Yunus “abla sırtıma bin” dedi. Yapılı olsa da daha yedi yaşında bir çocuktu, iki yaş büyük ablasını sırtında taşıması nasıl mümkün olurdu,yol uzundu.. artık yürüyemiyordu, mecburdu. Kardeşinin sırtında Emine ağlıyor, kardeşi “abla ağlama”diyor sonra oda ağlıyordu. Lapa lapa yağan kar herkesin kalbini buz gibi yapmıştı hiç kimse dönüpte bu çocuklar ne yapıyor diye bakmamıştı. Nihayetinde eve vardılar Yunus yorgunluktan perişan üstünü bile çıkarmadan yatağa gitti.Annesinin seslenişlerine cevap bile vermedi, hemen uyuya kaldı. Emine sobanın dibine gelmiş, çoraplarını çıkarmış ayaklarını Isıtmaya çabalıyordu öyle ki sobaya yapıştıracak şekilde idi. Babası kızının saçlarını okşayarak “Üşümüş mü benim kızım”dedi sonra Emine o güzel gözlerini kaldırıp babasına bakınca ağlamış olduğunu fark etti. Ayaklarına baktı hem buruşmuş hem de mosmordu. Ne yapacağını bilemez bir halde titrek bir sesle eşine seslendi “gel şu kıza bir bak”! Ana yüreği görür görmez yüreği parçalandı sarıldı,avuçlarına aldı ayaklarını..ısıtmak için.. Ragıp bey, ne yapalım diye sorunca “Ben şimdi sıcak bir ıhlamur yaparım,ayakları ısınmaya başladı bile, yarın da benim çizmelerle okula gider diye çözüm üretti eşi. Filiz hanım çok muhteşem bir kadındı problem değil,çözüm üretirdi.
Ertesi sabah Emine üç kalın çorap ve ucuna pamuk tıkılarak çizmeleri giydi. Topukluydu ama bu ayrıca hoşuna gidiyordu Eminenin. İlk günler hoşuna gitsede daha sonra bunun zorluğunu epey çekecekti.. Çizmeler Emineye pantolon gibi olmuştu tüm bacaklarını örtüyordu neredeyse.. olsun,sımsıcaktı.. okula öyle gittiği gün bazı arkadaşları ve de bazı öğretmenler onunla dalga geçti. Gülüyorlardı.Oysa kış başlayalı yazlık ayakkabıyla gidip gelirken hiç kimse hatırını sormamıştı o yüzden onların söyledikleri ya da gülüşleri umurunda bile olmadı. Onun yerinde başka birisi olsa şımarık kaprisli çekilmez biri olabilirdi, oysa o çok farklıydı güçlü bir kişiliği vardı. Kendini hem özel hem de şanslı hissediyordu ve bunu kimse değiştiremeyecekti.
Birileri her zaman bir şeyler söyler önemli olan bizim ona verdiğimiz tepkilerdir. Herkesi memnun edemezsiniz.
Güzel Türkçemizdeki eyvallah kelimesi
Tam da bu durumlara karşı verilecek en güzel cevap. Şöyle ki;”Bir gün bir bilge öğrencilerini toplayıp “herkesi memnun edemezsiniz münakaşa çıkarmak isteyene sen de haklısın deyip tartışmaya girmemek gerekir” demiş öğrencilerden biri kalkmış ve kesinlikle katılmıyorum hocam demiş.
Bilge ona cevap vermiş “ HAKLISIN!”
Namı diğer EYVALLAH!
Emine o kış uzun topuklu ve üç kat çorap giydiği o çizmelerle bir kez bile şikayet etmeden gitti geldi. Kardeşi ya da arkadaşları kar oynamaya çağırdığında “canım istemiyor” dedi. Hem nasıl istiyordu tabii ki..Bilmiyordu ki ertelediği bu istekler ilerde ona kat kat keyif olarak geri gelecekti. Yaşadığı bu sıkıntılar ileride yaşayacağı konforun peşinatı idi. Allah sanki onun küçük kalbinden tüm isyanları almışçasına tevekkülü koymuştu.
Ve yine nereden bilebilirdi ki o gün üç çorapla giymek zorunda kaldığı o uzun topuklu çizmeler belki de onu büyük bir konağın hanımefendisi yapacaktı. Yıllar sonra Doğuda bir köy okulunda kışlık bot dağıtırken gözünden düşen damlaların sebebini de hiç kimse bilemeyecekti. Ne muhteşem bir rahmettir ki,bir çift ayak üşümüş bir sürü ayak o sayede ısınmıştı. Babamdan Allah razı olsun derdi hep. Sebebini soranlara “bize tattırdığı bir lezzet sayesinde bir sürü insanın ihtiyacını giderme şansı elde ettik, basiret ehli olduk”derdi.
Eğer başımıza gelen olaylara şikayet, isyan edersek, çözüm üretemez enerjimizi düşürür, itici bir hal alırız. Oysaki her bir olay bizim ibret almamız için çok kıymetli bir öğretidir biz bunu kabul eder anlamaya çalışır şükredersek çözüm mutlaka gelir. Bir şeylere bakarız hatta görürüz mesele anlamaktır! Anlaşılmaktır. Mesele konuşmak değil, dinlemektir.
Gerçekten mutlu olmak istiyor musun? Önüne çıkan şeylerin yaşadığın olumsuzlukların, hastalıkların engel ya da musibet olmadığını tam da senin mutlu olman için anlaman gereken şeyler olduğunu bilseydin, bambaşka bakardın değil mi? E dedik işte.. ANLA..Allahta rahmet var zahmet yoktur. Akıbet hayırdır sen sabırlı ol,şükürlü ol, varlığın kıymetini ve şükrünü bil! Yoklukta farklı mı sanırsın onunda kıymetini ve şükrünü bil. Dualarından hiç vazgeçme! Bunun için önce duaların olsun. Dua etmek istersen de inşaallah yüzün olsun. (Bu söz kendimedir)
İbadetler bizim hayrımız içindir, ibadetten nasibimiz olsun. Duaların kabulüne işaret eden çok güzel bir kıssayla tamamlamak istiyorum izninizle..
İbrahim Ethem Hazretleri, tâcı tahtı terk ediyor, Seneler sonra Kendi YAPTIRDIĞI camide yatsı Namazı kılıyor, Dışarıda kar var, hava çok soğuk, “Şurada kıvrılayım da sabah olunca giderim” diye düşünüyor, Caminin bekçisi geliyor…
Bekçi: “Ne yapıyorsun burada” diyor…
İ. Ethem: “Müsaade et şurada yatayım, Sabah Namazından sonra gideceğim” diyor,
Bekçi bacağından tutuyor onu ve “İBRAHİM ETHEM SENİN GİBİ ÇULSUZLAR İÇİN YAPTIRMADI BU CAMİYİ” diyor ve bacağından sürükleye sürükleye, kafasını merdivenlere vura vura atıyor onu dışarıya…
İbrahim Ethem “Ben bu camiyi yaptırdım” diyemiyor KİBİR olur diye, Çaresiz şehre gidiyor, Her taraf kapalı, sadece bir yer açık, bir ekmek fırını…. Kapıyı çalıyor ve sabaha kadar oturma müsaadesi istiyor, Orada çalışan işçi “Geç otur” diyor, Aradan bir-iki saat geçiyor, Sabah ezanı okunmaya başlıyor, Okunduktan sonra işçi dönüyor…
“Hoşgeldiniz nereden gelip nereye gidiyorsunuz isminiz ne?” diyor
İbrahim Ethem de
“Ben iki saattir burada oturuyorum şimdi mi geldi aklına sormak” diyor…
Fırıncı “Ben bu fırında işçiyim, İki çocuğum var, iki de yetime bakıyorum, Ben onlara şimdiye kadar HARAM LOKMA YEDİRMEDİM, Senin geldiğin vakit benim mesai saatim dahilindeydi, Ezan okundu mesaim bitti, Seninle istediğin kadar konuşabiliriz, şimdi KAZANCIMA HARAM karışmaz” diyor…
İbrahim Ethem “Sen ne güzel adammışsın, Sen ALLAH’tan bir şey isteyip de olmadığı vaki oldu mu..?” diye soruyor,
“Ben ALLAH’tan ne istediysem verdi, Fakat ALLAH’tan bir şey istedim, Onu bana vermedi, ALLAH’a yalvardım, bana İbrahim Ethem Hazretlerini göster diye, bana onu göstermedi” diyor…
“O ALLAH ÖYLE BİR ALLAH Kİ" diyor İbrahim Ethem Hazretleri “İBRAHİM ETHEM'İN BACAĞINDAN SÜRÜKLEYE SÜRÜKLEYE, KAFASINA VURA VURA GETİRİR SANA GÖSTERİR, SEN YETERKİ YÜREKTEN İSTE" diyor…
ALLAHIMIZA ŞÜKÜRLER OLSUN.